İZMİR’DEN BİLDİRİYORUM

Şehre huzur hakim ve ben bitmişim.

Aslında hepimiz bittik, kendime özel bir ayrıcalık tanımlamak istemiyorum. Ülke siyasi krizden siyasi krize sürüklenirken, sistem değişikliği, tutuklanan gazeteciler, sansür, oto sansür, taciz, tecavüz, cinayet derken hiç birimizde sinir kalmadı. Her birimiz klinik bir vaka olduk, verdiğimiz tepkilerden çok veremediğimiz tepkilerimizden dolayı.

Hepiniz kadar, psikolojideki alışma ve duyarsızlaşma basamaklarına vakıfım. Aksi takdirde, yaşamanın da pek mümkün olmadığının farkındayım. Kışın en sert geçtiği dönemde, yine bir yerde bomba patlamışken, aynı gece, üst üste tam 3 partiye gitmiştim. Ülkenin geleceği hakkında bir sürü senaryo ortaya atılırken (Türkiye, Suriye olur mu, Irak olur mu?) ben çoktan Beyrut olduğumuzun farkındaydım. Şehrin bir yanı terörize olmuşken,  bir yanında eğlence tam gaz devam ediyordu.

Bu sene eğlenmenin de b*kunu çıkardığımı ayrıca belirtmek isterim. Her sabah acaba bugün hangi partiye gitsek diye, yataktan kalkıp kendimi kombin yaparken buluyordum. Happy Hour’ları, lansmanları, eventleri konuya dahil edince iş çığırından çıktı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, kendim de parti düzenlemeye başlayınca fark ettim ki şehrin yeni ‘’it boy’u’’ olmaya talibim. Gaza geldim tabii ki, her mekanda tanınmak, mekanın vibendan sorumlu tutulmak, içki hediyeleri, seks davetleri iyi gelmişti bana. Ta ki bir sabah ,kelimenin tam anlamıyla davul gibi olan diz kapağıma  merhaba diyene kadar!

Bu kadar hızlı yaşamak, işe gitmek, arkadaşlarına zaman ayırmak derken sadece diz kapağım değil aynı ölçüde, ruhum da bitmişti. Hayatımda ilk defa yaz gelsin diye dua ediyordum. Yazdan ne denli nefret ettiğimi bundan önceki yazılarımda defalarca dile getirmiştim. İstanbul’a yazın geleceği yoktu, ben de pılımı pırtımı toplayıp, bulduğum en ucuz biletle İzmir’e ailemin yanına geldim.

İzmir’e iner inmez muhteşem bir mutluluk salgınına maruz kalıyorsun. Bir kere herkes gülüyor, havalimanından çıkar çıkmaz havayı içine çektiğinde, aslında İstanbul’da soluduğunun başka bir şey olduğunu fark ediyorsun. İzmir’de bir huzur salgını var, geç kalmak üzere rakı sözleri veriyorsun, geç kalıyorsun ve bunun sebebi trafik değil, rahatlık. Üstüne üstlük, kimse neden geç kaldın diye sormuyor bile. İlginç bir belediyecilik anlayışı var, yoldan çok park bahçe yapıyor İzmir Belediyesi ve sloganları ‘’Daha yeşil bir İzmir için çalışıyoruz.’’

Son zamanlarda  İzmir Çeşme ve Alaçatı’dan ibaretmiş gibi bir algı oluşturuldu fakat;  Seferihisar, Mordoğan, Karaburun, Foça, Dikili gibi birbirinden şahane ve sessiz tatil beldeleri de var. Şehirde yeterince yorulduğunuzu düşünüyorsanız, sizler için alternatif olabilirler. Seferihisar Türkiye’nin ilk ‘’Citta Slow’’ yeri. 1999 yılında İtalya’da başlayan bir hareket olan Citta Slow, belirli kriterle doğrultusunda hayatın sakin devam ettiği şehirleri belirliyor.

Karaburun ve Mordoğan ise İzmir haritasının en ucu, birer oksijen deposu. Eskiden burada bir sanatoryum varmış, dersem ne denli oksijene maruz kalacağınız anlamış olursunuz.

Bunlar size yaşlı gelirse, sizi birbirinden şık, güzel, yüksek sesli müzik dinleyip, hunharca dans ettiğiniz beach cluplara alalım. Yazın başında, Her anını sosyal medyadan ölümsüzleştirme yarışında olan ve birbirlerinin üstüne şampanya püskürten bir toplulukla tatil yapmak bana erken geliyor.

Sizler bu yazıyı okurken, ben kendi müziğimi kendim yaptığım bir koyda, annemin yaptığı kızartmanın kokusunun bahçeyi sardığı bir yerde, güneşi batırırken bira içiyor olacağım.

Herkese iyi tatiller.