İNSAN HAYATI 3’E AYRILIR; HAYALLER, HAYATLAR VE DEPRESYONLAR!

Egemen görüşün aksine depresyonlar, zayıf karakterli insanların yakalandığı grip değil nezle gibi bir şeydir. Yatarsan 7 haftada, terapiste gidersen 49 günde geçer. Nerden mi biliyorum, ben hobi olarak bütün mevsimleri depresyonla karşılarım ve bir rivayete göre, kabakulak geçirmeden önce depresyon geçirmişim. On gün ağzıma su ve çilekli sütten başka bir şey sürmemişim.

depresyon

Yaza veda edip kışı coşkuyla(!) karşıladığımız şu günlerde, herkes bir şokta! Aman tanrım o güzelim yaz hiç bitmeyecek sanmış meğer bizimkisiler. Olur mu hiç öyle şey azizim. O güzelim pırasaları, karnabaharları, ıspanakları hiç mi özlemediniz? Kabul, ben de özlemedim. Kışa, soğuk havaya bayılan; yağmurlu ve karlı havalarda havai fişek patlatan bir adam olarak ben bile, sevmem kışlık zerzevatı. Şöyle, yaz sebzelerini kışın tüketebileceğimiz bir mevsim daha icat edilmedi. İnsanlıktan beklentim azıcık daha karbon gazı tüketip, öyle bir mevsime geçmeyi ahir ömrümde bana göstermesidir.

Yazdan kışa geçilen şu ara mevsim, depresyonun en yoğun yaşandığı zamandır. Eski şairler ve yazarlar, en kalbi eserlerini hep bu mevsimde yazmışlar. (az önceki bilgiyi ağır salladım!) Güz, hüzün, solan ağaçlar, kopan yaprakların görüntüsü, eli kalem tutmayanlar da bile şiir yazma hevesi peydah eder. Zira, doğa içinde öyle bir tenasüp gizli ki, azıcık dikkatli baksan yakalayacaksın.

Şort yerini eşofmana, tshirt yerini hırkaya bırakırken, hayallerde yerini hayata bırakmış oluyor. Ve az önceki paragraftaki tezimi çürütürcesine, size gerçek bir şeyler söylemek istiyorum. Sonbahar depresyonu diye bir şey yok,  bok gibi geçmiş bir yaz var.

Şehir insanı olarak koca kış yazın hayalini kuruyoruz. Kızgın kumlardan serin sulara, nefis vücudumuzla atladığımızı, nefes kesen güzel kızlar ve yakışıklı erkeklerin doldurduğu plajlarda müzik eşliğinde çıldırdığımızı…

Gelin görün ki yıllık izin bir hafta, hadi bilemedin bayram tatili ile birleştirdik derken 14  koca gün! Yani 12 ayda 14 gün nasıl büyük bir lütuf.  Daha da kötücül bir açıklamayla bu duruma, koca kış düşlediğimiz, kızgın kum-serin su hayalini iki haftaya hapsetmiş şehir insanı dramı diyebiliriz.

Oysa çocukken ne kadar uzundu tatiller. Okulların kapanması ve eriklerin çiçek açması aynı ana denk gelirdi. Okul çıkışlarında eriklere dalmaya giderdik, ev sahibinin durumu fark etmesi ile, elimizdeki erikleri döke saça koşabildiğimiz en son hızda olay mahalinden uzaklaşırdık. Bir kaç hafta sona dutlar yere dökülmeye başladığında, yazlıklara kaçardık. Evlerin mutfak pencerelerinden kızartma kokusu gelirdi akşam üstleri.

Kızmış yağa önce patatesi atarsın, ardından biber, kabak, en sonunda da patlıcanı… Ocağın diğer gözünde de,  bahçıvanın ‘’bahçe domadı bunlar’’ diyerek, asrın PR’ını yaptığı  domatesi eritirsin. Kızartma kokusuna, mangal kokusu, hayıt kokusu, deniz kokusu ve yaz kokusu eşlik eder. Çocukluğumun İzmir’i böyledir hep.

Amma ve lakin okulu bitirip İzmir’den İstanbul’a göçtüğüm o sene hayatımdaki en dramatik anlardan biriydi. En büyük depresyonu İstanbul’da yazı deneyimlemek zorunda kaldığım sene yaşadım. O an fark ettim ki, ben artık çocuk değil büyük bir adamım. Kendime günlerce ‘’Ne yani şimdi yazın çalışıyor muyuz? ‘’ diye sordum. Cevap hep ‘’evet’’ti. Sonraki yaz depresyonum biraz daha kısa sürdü çünkü; yazın çalışıldığını kanıksamaya başlamıştım artık.

Büyümek; sürekli diyet yapmak, birikim yapmak, iş kurmak, araba almak, ev kredisi ile ev almak, botox yaptırmak, saç boyatmak, saç ektirmek, sınıf atlamak gibi kavramların içinde boğulmak demekti aslında. Ve o iki haftalık yaz tatili de bu kavramlardan sıyrılıp, çocukluğumuzun en güzel anılarını tekrar yaşamak demekti. İnsan her sonbaharda çocukluğuna veda edip, depresyona merhaba der. Narların olması artık okulların açılmasını değil, şehir hayatının geri geldiğini anlatır. Çocukluk yerini yetişkinliğe, yaz kızartmaları yerini müsliye ve her gerçek duygu yerini plastik bir şeye(!) bırakırken; insan hayatı hayaller, hayatlar ve depresyonlar arasında savrulmaktadır.